Posts made in Mart, 2019

Deniz: Beyaz Küpün İçinde

Brian O’Doherty’nin yazdığı Beyaz Küpün İçinde adlı bir kitap okudum. Üyesi olduğum kitap kulübünde önerilen kitaplardan bir tanesi idi gerçekten yeni şeyler öğrendiğim çok farklı bir deneyim oldu.Bu kitap tartışılırken benim için önemli mevzulardan birine değinildi; “çocuklarımızı sanatla buluşturmak”. Ufak yaşlardan itibaren müze gezmek, galeri ya da sergilere götürmek. Kalabalık içerisinde de pek konuşamadığımdan sadece hayallere daldım o sırada. Bir hafta önce Ankara’da beşincisi düzenlenen ArtAnkara fuarı vardı. Yurtdışından da katılım olmak üzere tahminimce yirminin üzerinde galerinin katıldığı etkileyici bir fuardı. Ben resim ve heykel sanatında ilgili fakat bilgili olmayan bir faniyim sadece.

Ankara’ya gittiğimiz gün fuarın son günüydü. Deniz’i zar zor ikna ettim, en azından Devrim Erbil ve Ekrem Kadak eserlerini görmem gerekiyordu, çünkü takık bir insanım. Bu çocuğun kime çektiğini sormanıza gerek yok aslında. Bir yandan da Deniz’in de gelmesini istiyordum; “Çocuk bir sergi görmesin mi? Gidip yağlı boya tablolarına bakmasın mı?”, diye kendi kendimi ikna sürecine girdim, girmez olasıca beynim. Bence başıma ne geldiyse vicdanımdan geldi.

Adımımızı atmamızla kalabalığın uğultusu suratımıza bir tokat gibi çarptı. Deniz kalabalıktan pek hoşlanmaz, burası da kalabalığı da geçmiş resmen ana baba gününe dönmüş. Eserlere sakin sakin bakmak mümkün değil, galeri adlarını not alıp daha sonra gidebilirsiniz havası var etrafta. Deniz şaşırdı tabii, böyle bir kalabalıkta yapılacak en doğru şey kalabalıktan kaçmaktı ona göre ve belki de haklıydı.

Bu sırada ben Devrim Erbil eserlerinin nerede olduğuna bakıyordum ama maalesef yanlış yerden döndüğüm için bir türlü ona ulaşamıyorum, bir yandan da kalabalıkta oğlanı kaybetme telaşı içindeydim. Çok şükür metro durağından hallice mekanda Ekrem Kadak cam eserlerine ulaştım. Bir anda etraf boşaldı, Kadak için geniş bir bölüm ayrılmış, bir de koltuk var ki değmeyin keyfime. Bu sırada Deniz’le göz göze geldim, gelmez olaydım. Kriz çanları çalmak üzereydi biliyordum. Başladı sorguya; “ne zaman gidicez?”, kafamda deli sorular vardı. Dikkatlice cevap vermem gerekiyordu, o pimi çekmeyecektim, çok kıvrak cevaplar vermeliydim.

Çocukları sanata alıştırmak lazım, derin nefes al Mazyal. “Gitmiyoruz, daha yeni geldik”, dedim sakince. Zeka fışkırıyor o sırada benden. “Bak ne güzel şeyler yapmışlar, renklerin güzelliğine bakar mısın? Sen en çok hangi rengi sevdin?” gibi bir şeyler saçmaladım.“Hiç birini sevmedim, iğraaanç”, dedi. Ortalığa bağırdı. “Bir daha iğranç kelimesini kullanırsan bozuşuruz Deniz, ne demek iğranç?”, dedim sessizce. Oturttum koltuğa, düzgün bir konuşma yapmak için derin bir nefes aldım. O sırada bir bey geldi, dünya tatlısı. “Oo yakışıklı, beğendin mi resimleri? Aferin sana ne güzel geziyor bak adam olacak çocuk” demesin mi? Beni bir telaş almasın mı, yani bir anne çocuğundan bu kadar mı korkar diye de kendime üzüldüm. Benimki nasıl bir dengesiz cevap verecek acaba şimdi diye tüylerim diken diken, yüzümde gülsem mi ağlasam mı gibi yavaş çekim bir korku oluşmuş eminim. O sırada beklenen oldu. Deniz’in burun tıkanıklığı ve sprey sıktırmamasına bir çözüm olarak bir oyun bulmuştum, bulmaz olasıca ben. Oyun şöyle ilerliyor, sevgi pıtırcığı çocuğumuz bir anda sümkürüyor ve ben korku, çığlık ve telaş pozları ile peçete ile koşturuyorum. “Vayyy beee sümük şampiyonu sensin” ile bitiriyoruz durumu. Yani anlayacağın aile olarak entellektüel seviyemiz bu, senin bu sergide ne işin var mevzusuna girmiyorum. Adamcağız güzelce çocuğumuzla renkleri ve eserleri konuştuğumuzu sandığından bizimle sohbet etmek istemiş ve hayatımızda ilk kez iyi anne baba sanılacak olmanın heyecanı ile yüzümüzde güller açmıştı. Asil evladımız adamın gözünün içine baka baka sümkürmeseydi her şey bir rüyq gibiydi. Üstüne bir de yanımda olmadığı için asil veledim ağzına kadar akan sümükle kaldı. Hafif bir başım döndü o an, bir sessizlik çöktü etrafa, ağır çekim hayali kur şimdi ve kalın sesle HAAAYIIIıııııır haykırması çınlasın ortalığa. Hayal edebildin mi durumu? Entellektüellik mevzusunda sümük seviyesinde ilerliyoruz o sırada. Adam “ayy sivimli şiy” gibi bir şeyler mırıldandı ama nasıl gittiğini göremedim.

Artık vakit tamamdı, gurumuz ile ayrılacaktık o beyaz küpün içinden. Brian O’Doherty olayı görse kitabı yazdığına pişman olur. Neyse birinden peçete buldum, sümüklü ama gururlu bir şekilde çıkışı aramaya koyulduk.

Devrim Erbil bölümünü gördüm çıkarken, beni aldı bir sevinç. Hızlıca bakacaktım sadece yemin ediyorum sana. Bizim oğlan arkadan bağırmaya devam ediyordu, “senin çocuğun olmak istemiyorum, gidiyorum artık buralardan, tek başıma yaşamak istiyorum” gibi onbeş yaş triplerine başlayınca dönüp iki çift laf edecektim ama demeye vakit kalmadan başka bir olay vuku buldu. 4.5 yaş döneminde yaşadığı ufak vücut, büyük kafa orantısızlığı ile dengesini kaybetti, kafa önde hızlıca ilerlemeye başladı. Karşıda Devrim Erbil’in artık kaç milyonluk tablosu bilemiyorum ama vardır epey bi para. Beş adım ötesini gördüğün filmlerde gibiyim, “gidiyor gönlümün efendisi, bodozlama giriyor tabloya” dememle panter gibi atılmam bir oldu. Yarabbim sana şükürler olsun, hesabı ödeyemesen bulaşık yıkatırlar da, Devrim Erbil tablosuna 4.5 yaşında bir çocuk kafa göz girdi deseler, çocuğu bırakıp çıkayım teklifini götürsem kabul görmez muhtemelen. Öyle bir ikilem içindeydim.Neyse çığlık çığlığa bize yakışır biçimde bitirdik gezimizi.

Çok şükür.

Ben de inanıyorum, tamamen katılıyorum çocuklara sanatı sevdirelim.

Sevelim sevilelim.

8 yaşından sonra tekrar deneyelim.

Read More