Ata Tohumu Peşinde

20180628_130559

AİBÜ IZA BUĞDAYI ÜRETİM ALANI-ÇİVRİL KÖYÜ, BOLU

“Ateş çemberinden geçen Cumhuriyet çocuklarıydılar, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde yurdun dört bir yanına dağıldılar. Hiç birimiz onlar gibi olamadık. Onların yaptığı her şey bir hazinedir.”

Bu cümle geçen günlerde katıldığım Iza Buğdayı Paneline konuşmacı olarak gelen Prof. Dr. Fahri Altay tarafından, duayen Mirza Gökgöl için söylendi. Kelimesi kelimesine doğru değil belki ama kafamda bunlar yankı bulmuş.

Bugün yaşadığım il olan Bolu’da birincisi düzenlenen “Iza Buğdayı Paneli ve Tarla Günleri” adlı panele katıldım, ne mutlu bana. Panel sonrası Iza Buğdayı üretim alanına yani tarlayı da ziyaret etme fırsatı bulduk. Muhteşem bir organizasyondu, emeği geçenleri tebrik ederim.

Kime bu panelden bahsetsem hep aynı tepki ile karşılaştım; “Buğday paneline mi gidiyorsun? Sen… ne alaka?”

Ekşi Mayalı ekmek yapmaya kafayı takmıştım bir süredir. Ekmek yapmaya başladıktan sonra buğday mevzusundan uzak kalamazdım, ben kalsam bile buğday beni bulurmuş zaten. Ekmek yaptıkça, un çeşitlerini araştırmaya başlıyormuşsunuz meğer. Araştırdıkça bir çok değişik insanla tanışma fırsatı yakalıyormuşsunuz. Tanıştıkça, konuştukça, onlar anlatıp sen dinledikçe ATA TOHUMU diye kapı kapı dolaşmaya başlıyormuşsunuz. İşin alaka kısmını böyle açıklıyorum her seferinde.

20180628_132228

Araştırdıkça ve okudukça yıllardır ezberden konuştuğumuz “ verimli topraklarımız var ama üretemiyoruz, çiftçinin hali ne olacak?” gibi lafları artık yürekten hissederek söylemeye başladım. Siyasi konuşmalar arasında laf olsun boşluk dolsun diye söylenen düz bir cümleden ibaret değildi artık durum. Buğdayın anavatanına kök salıp, hibrid tohumlara mecbur bırakılmanın acısını hissediyorum artık. Bununla beraber; ekim, hasat ve verim zorluklarına rağmen, kendini ata tohumuna adamış insanların varlığıyla ümit buluyorum. Buğdayları araştırırken, elimizden kayıp gidenler hakkında konuşulurken MİRZA GÖKGÖL ismiyle karşılaştım.

Prof. Dr. Nusret Zencirci hocamızın bir makalesini buldum tesadüfen. Mirza Gökgöl’ü anlatıyordu. O makalesinde, başkaları bulamaz diye Mirza Gökgöl’e ait olan Türkiye Buğdayları adlı kitabınını da ek olarak sunmuştu. Kitabın hepsi yoktu, sosyal medya sağolsun kendisine kısa sürede ulaştım ve o yoğunluğunun arasında bana kitabın tüm bölümlerini gönderdi.

1935 basımı muazzam bir hazineydi elimdeki kitap. Bilgisayarsız, telefonsuz bir dönemden bahsediyoruz. Vatan için pervane olmuşlar. Kendi cebini düşünen yok, karış karış vatanı dolaşmış, tam 18000 buğday çeşidi kayıt altına almış. Bugüne kadar Mirza Gökgöl ismini duymadığım için utandım. Bu ülkede çok değerli araştırmalar yapılmış ve hala yapılmaktaymış meğer.

Kitabı okudukça bir yandan heyecanlandım, bir yandan kaybettiğimiz binlerce buğday türü için üzüldüm. Ekmek yapmaya başlasıktan sonra ilgimi çeken ve öncesinde buğdayların bir çeşidi olup olmamasıyla zerre kadar ilgilenmediğim günlere kızdım.

Ekşi mayalı ekmek mevzusu popülerliğini devam ettirirken söylemek istediğim bir kaç şey var elbette. Ekşi mayanızı marketten aldığınız ve içinde bir çok katkı maddesi olan unlarla yaptığınız zaman size sağlık olarak dönen bir şey yok. Sadece genetiği ile oynanmış buğdayın ununu alıp evinizde ekmek haline getirmiş oluyorsunuz.

20180630_100203

Dikkat etmemiz gereken; ata tohumlarını üreten, binbir sıkıntıyla yüzyüze gelip zorluklara rağmen üretmeye çalışan insanlara destek olmak. Ata tohumlarımızı ve özellikle Kavuzlu Buğday denen temizlenmesi ve aşamaları zor olan fakat sağlık açısından bir o kadar da yararlı ve önemli olan buğdaylarımızı bilmeliyiz. İşin uzmanı değilim, öğrenmeye çalışıyorum. Net olduğum şey ise; Ata tohumu peşinden gitmemiz gerektiği.

Zor değil, gözünde büyümesin. Kıyafet seçerken ne kadar titizlik gösteriyoruz bir düşün. Mağaza mağaza gezip, deneyip çıkarmakla ne kadar yoruyor bazen, gereksizce. Çocuğun doğumgünü için nerelerle bağlantılar kurup, süslemeler için uğraşıp duruyoruz. Aynı sosyal medya size ata tohumu üreticilerini şak diye çıkarabiliyor. Araştırmalıyız.

En azından ülkemizde ne buğdayları var öğrenmeliyiz ve biz ne yediğimizi bilmeliyiz.

(Aşağıdaki bilgileri Iza Buğday panelindeki sunumlardan aldım.)

“Türkiye’de ilk sıralarda yer alan yerel buğday popülasyonları;”

Zerun

Ak

Kırmızı

Sarı

Karakılçık

Kırik

IZA (Siyez, Kavılca)

Koca

Topbaş

Şahman

Üveyik

Göderedi

Her biri farklı şehirlerde farklı rakımlarda uygunluk gösteren buğdaylar. Siyez fazlasıyla popülerleştiği için şu sıralar her yerde bulabiliyoruz. Saklı Seçilmişler kitabıyla da Kavılca (Kavlıca) ununu tanıdık. Bundan sonraki adımda IZA’nın ismini yaygınlaştırmak gerekiyor, muazzam bir çalışma var.

Ben bugüne kadar yukarıda gördüğüm buğdaylardan Üveyik, Kavılca, Siyez, IZA, Karakılçık, Sarı buğdayla tanışabildim. Çok ilginç hepsinin ekmek yapımında farklı huyları var efendim. Öyle un deyip geçmeyeceksin, dilinden de anlayacakmışsın meğer. Bazen ters köşe yapıveriyorlar adamı. Üveyik beni gerçekten etkileyen bir un oldu. Iza’nın bulgurunu bulabildim sadece, unu ise önümüzdeki hasat sonrası ulaşırım diye ümit ediyorum.

Maya işini şöyle kapatıyorum; ekşi mayalı her ekmek sağlıklı ekmek değildir. Hangi buğdayı kullandığınız ve öğütülme şekli ekmeği ekmek yapar. Bu yüzden beyaz unlu ekşi mayalı ekmek tariflerinden uzak duralım ya da ekmek yemeyin diyerek bazı dengeleri bozan açıklamaları iki kere düşünelim. Çoğu ata buğdayı unu ile yapılan ekmeklerin gluten seviyeleri düşüktür, bunların sağlık açısından zarardan ziyade yararları vardır. Glutenden uzak durmak değil, ata buğdaylarına ait un ve ekşi maya ile fermente ederek yapacağınız ekmeklere dönebilirsiniz. Bu sağlıklıdır. Anneanne ve babaannelerimizin yaptığı gibi yani.

Bu yıl birincisi düzenlenen IZA buğdayı panelinden aldığım hazzı ve mutluluğu paylaşmak için başlamıştım bu yazıya. Fazla uzatmayayım. Yapılan bu güzel işleri takip etmeliyiz, öğrenmeliyiz. Bu ülkede güzel şeylerde oluyor, ümidimizi kaybetmemeliyiz.

Biz Anadolu çocukları, yerel üretime önem veren, ata tohumuna önem verenlere destek olmalıyız.

Ata tohumu candır.

Sağlıktır.

Berekettir.

Geleceğimizdir.

Vatandır.

Yerel Tohumlar hakettiği yeri bulmalıdır.

Read More

Ekşi Maya Sevdası

20180530_173424213509803

Buğday başaklarının arasından geçiyorum her gün.

Büyümelerini izliyorum, rüzgarda dans edişlerini.

Bazen duruyorum, seslerini dinliyorum.

Yavaş yavaş sararışlarına hayran hayran bakıyorum.

Ben sadece yoldan geçiyorum, aklımda deli sorularla.

“Tarlanın sahibi o buğday başaklarını benden daha çok sevemez herhalde,” diyorum bazen içimden. “Ektiği ata tohumuysa seviyordur,” diyorum.

Kendi kendime takılıyorum işte.

Ekmek yapıyorum son bir yıldır. Babam sayesinde. Sosyal medyada bir çok kişiyi takip ediyorum. Çoğu kişi ekşi mayasıyla İtalyan unlarını, marketten aldığı çavdar ununu kullanıp değişik ekmekler yapıyorlar. İtalyan unu’nun kilosu 25TL civarı. “Ay pahalı Semolina ununu buldum bugün de bilmem ne ekmeği yapacağım” diye de yorum geliyor arada. Güzel, ellerine sağlık fakat benim ekşi mayalı ekmek yapma amacım bu olmamalı diye geçiyor içimden her seferinde.

Ata tohumu ve buğday ikilemesi içinde dolanıp duruyorum.

Kavılca, Siyez ve Karabuğday ile Pınar Kaftancıoğlu sayesinde tanışmıştım yıllar evvel.  Sonrasında Kızılca, Üveyik, Iza gibi buğdaylar keşfettim. Daha kim bilir benim bilmediğim neler var.

Buğday Derneği diye bir yer buldum, tohum takası yapıyorlar bazen. İnsanlar ata tohumu peşindeymiş uzun zamandır ben habersizmişim meğer.

Kavılca unu  bulamıyorum uzun zamandır. Kars’ın ata tohumu Kavılca buğdayı İlhan Koçulu sayesinde tekrar canlanmaya başladı diye okuyorum yıllardır, özellikle Pınar Kaftancıoğlu hep yazıyor.  Soner Yalçın son kitabında Kavılca diye o kadar bastırdı ki artık bulamıyoruz maalesef. İnternette ararken bir numara buldum Kars’tan bir çiftlik. Aradım, Kavılca unu ve bulguru aradığımı söyledim. Meğer İlhan Koçulu’ymuş karşımdaki. Sanırsın Michael Jackson çıktı karşıma. Aldı beni bir heyecan, saçmaladım adamcağıza.  Yakasından düşeyim diye bana bir kaç tane numara verdi. “Ondan yoksa Karabuğday al, yok derlerse benim ismimi ver,” dedi. Samimiyetine bayıldım, telefonu kahkahayla kapattı zaten. Kavılca için Eylül-Ekim’e kadar bekleyecekmişiz.

20180525_170628

Her bir un ve ne şekilde öğütüldüğünü de hesaba katarsak birbirinden farklı oluyor bana göre. Evin ısısı, ekşi mayanın gücü bile her yapışında seni sürprizlerle karşılıyor. En güzeli de o heyecan bence.

En son sevdiğim bir arkadaşa yetiştirmek için normalde 24 saat beklettiğim hamuru 2 saat mayalayıp bir şey olmaz yaparım diyerek attım fırına. O ekmek 2 saatte pişmedi.

Ekmek sabır işidir diye boşa dememişler yani.

Geçenlerde bir tatile ekşi mayayı emanet edip gittim ama ölüverdi mesela. Katil muamelesi yaptım ilgisiz kişiye. Küstük. “Emanet ettik gittik, öldürdün” diye konuşmuyorum şu an. Katil. 🙂

Anneanne ile konuştuk geçenlerde, “kızım eskiden biz hep öyle yapardık. Ekşi maya demezdik ama maya işte. Kalan eski hamuru unun içine saklardık (uyutuyor), 2 gün sonra tekrar yapılırdı ekmek o mayayla. Sonra fırınlardan alır olduk.”

Anneannem için eski, bizim için ise popüler mevzu oldu bu ekşi maya işi.

Bana gelince; buğdayın izini daha yeni sürmeye başladım. Her türlü tavsiyeye ve sohbete açım.

Emek çiftçiden,özveri hepimizden, bereketi  Yaradan’dan der, sağlıklı günler dilerim.

Mizyal

Read More

Üzüm Efendi

IMG-20180419-WA0032

Hayatın karmaşası, hızı ve keşmekeşi içerisinde zaman uçup gidiyordu. Mazyal arkadaşınız saçlarını iyice beyazlatmış olarak hayata yetişmeye çalışıyordu.

Üzüm geleli 4 ay oldu, 6 aylık bir genç kız artık kendisi. Süper Zeka Schnauzer grubu içerisinde orta seviye bir tip olduğuna kanaat getirdik.

Biz Üzüm’ü seçerken Schnauzer’larla ilgili şunlar söylenmişti; “Schnauzer cinsi mastır yapacak zekada, bazen doktoralıklar bile çıkıyor.” Fırat’a akademik girersen ikna ediciliğin daha yüksek oluyor zaten, çakal anlamış durumu tabii. Ben de inandım buna, öyle gazladılar ki, kaktırdıklarını anlayamamışım. Git dicem gidecek, gel dicem gelecekti oysa ki. Sonuç olarak hala bir topu attıktan sonra getirtmeyi başaramadık. Ama ödüllerin hepsini yedi hıyar ağası. Devamlı ödüllerin bulunduğu dolabın önünde duruyor. Zaten löp löp etli butlu bişi oldu çıktı.

Read More

Sürü Lideri Kim Olacak?

Papatya falı gibi hayatımız.

Seviyor, sevmiyor ve çoğunlukla sevmiyor diye bitiyor.

26850752_10213992274656503_5758063199545560675_o

Read More

Haydi Kampa!!

IMG_20170917_204353_827

“Ben Deniz’le uçağa binmeye tırsan ve 13.yüzyıl kafasıyla 21.yüzyıla adapte olmaya çalışan bir anneyim. Hurafelere inanırım, üzerlik otu yakarım, nazar değer, klima kötüdür, hatmi çiçeği öksürüğe iyidir, zencefil ve zerdeçalsız iyileşilmez ve tüm bunlarla beraber sırtına tülbent koyulmayan çocuk kesin öksürürcüyüm. Aksini söyleyecek doktorları sevmem, dinler gibi görünür, arkasından konuşurum.”

Yukarıda okuduğunuz paragrafı 2 yıl evvel yazmıştım. Allah seni inandırsın 2 yılda çekilmez kişiliğimde hiç bir değişiklik yaratamadım. Sadece çocuk büyüdükçe dillendi, dillendikçe söylenmeye başladı, söylendikçe inatlaştık, inat arttıkça karşı gelemez oldum. Kendi ellerimle isyankar bir ergen yarattım. 3 yaşında henüz kendileri, belirtmek isterim.

Çadır kamplarına taktım bu yaz. Arkadaşların sosyal medya hesaplarında paylaştıkları fotoğraflar çok eğlenceli görünüyordu. Daha çok, huzurlu, sakin ve 3 yıldır hasret kaldığım sessizliği buluyordum o fotoğraflarda. Gaza geldim, çadır kampı muhteşem olurdu, acaip şanslıydık çünkü Bolu’da yaşıyorduk!

Çadır kampı hayalimize de bu gereksiz “ana yüreği” dediğimiz hormonel dengesizlik yüzünden, bizim düdük makarnasını da ekledik. Yaz boyunca “çadır kampında gerekli malzemeler” başlığı altında yüzbin tane yazı okuyup, sayfalarca not çıkarıp, internetten araştırıp araştırıp bildiğin izci konumuna gelene kadar yırtındım ve 3 sayfalık bir liste yaptım. Baltası, dürbünü, testeresi, lambası, tenceresi, çaydanlığı, marshmellow’u, patatesi, mısırı, zımbırtısı, otu, boku ve püsürüne kadar her şeye baktım. Fakat serde pintilik var malum, daha iyisini daha ucuza bulurum diye diye vakit geçti ve ben bir türlü alamadım.

Gün geldi çattı ve Aladağlar’a gitmeye karar verdik. Gitmeden evvel, aldığımız çadırı bahçede deneyecektik ama deneyemedik. Yani anlayacağın sadece çadır ve uyku tulumu alan şapşal turistlerdik.

Bana göre gitmemize engel olacak bir durum değildi bu eksikler. Çadırı alıp Aladağlar’da deneyemeye karar verdik. Akıllı uslu, muhteşem söz dinleyen oğlumuzla muazzam bir gün geçirecek ve akşam üstü dönecektik. Zaten Eylül ortasıydı, donardık dağın başında. Bukalemun gibisin be kardeşim diyebilirsin, ortama göre hayalleri düzenlemeyip ortamın rengine uyum sağlamada üstüme yoktu.

Hayaller kura kura, mutlu mutlu yola koyulduk. Nihayetinde daha yeni “Çocuğunuza Sınır Koyma” ve “ Bağırmayan Anne-Baba” “Beni Ödülle Cezalandırma” adlı kitapları okuyarak Nirvana’ya ulaşmış dünyanın en entellektüel, bilgili ve anlayışlı annesiydim ben.

IMG_20170917_204353_830

Aladağlar’a varınca hakikaten bu kadar zamandır Bolu’dayım ne demeye gelmemişim buraya dedim. Çok değişik kuşlar vardı etrafta, ne güzel bir göldü ve ne hoş bir yerdi burası. “Fırat, şu kirpi mi, ayı var mıdır acaba burda?” gibi bir kaç sorum oldu tabii. Girdiğim tuvalette gizlenmiş bir kurbağayı zamanlama olarak kötü bir vakitte görmüş olduğumdan biraz çığlık atıp, hayvanın aklını almış olabilirim ama alışırım diyerek, ortamın huzuruna tekrar girdim.

Velhasılıkelam, açtık çadırı, şişme yatakları çıkardık ve çıkarmamızla ilk mallığımızı farkettik.

Şişirmek için koyulan aparat elektrikle çalışıyormuş, bari ona bak di mi? Yok, ne bakacam o torbadan çıkarıp tekrar geri niye koyayım, serde tembellik var tabii. Arka tarafta bir tesis gördük, yardım istedik. Şişirdik, sıkıştırdık çadırın içine ama başka bir sıkıntı daha çıktı, iki tane tek kişilik yatakla çadırda yatılmıyormuş. Çift kişilik alsana yatağı! Neyse söylenmeyi keselim.

Deniz beyler, şişme yatağın fazlaca sallandığını görünce, ormanı, ağaçları, hayvanları, gölü falan bıraktı, “ben zıplaycam” diye tutturdu.

Baktım lafımı dinleyecek gibi değil, izin vermek zorunda kaldım. Gerçi iznimi istediği de yoktu ya çaktırma. O sıralarda gayet keyifliydi. Havanın da iyi olduğunu fark edince, mevcutta bir tesiste olunca bir delilik yapıp kalmaya karar verdik.

Yan tarafta da yine 3 yaşında tek çocuklu bir aile Decathlon’dan 4 kişilik çadırlarını kurmuş, ateşlerini yakmak için odun topluyorlardı. Demek ki çocukla çadır kampı çok harikaydı, hayat güzeldi ve insanlar mutluydu. İyi bir karar verdiğimize emindim. Muhteşem anne babalardık, çocuğumuza muazzam bir deneyim yaşatırken biz de yıldızlara bakacaktık. Ne güzeldi hava, o nasıl bir gökyüzüydü ya! Hayat güzeldi biz güzeldik vs.

Hava karardıkça benim oğlan yavaştan kişilik değiştirmeye başladı. Mızmızlanmalardan bağırma kıvamına kısa bir sürede ulaştı. Bu da bir başarıdır ama lütfen, küçümsemeyin yani bir insan böyle kısa sürede delirir mi? Oluyor işte, ne de olsa bizim oğlumuz kime çekecekti?

“Koşucam ben” diye bağırıyor, “tamam koşalım” diyince de “koşmaycam” diye lafı çevirip bir de ona bağırıyordu. O kadar kitap okumuştum, benim gibi muhteşem bir anneyi asla sinirlendiremezdi bu küçük afacan. “Sini gidi sini, ni şikir şiysin sin”, kıvamındaydım ilk başlarda.

Mevcut tesiste yemeği yedikten sonra artık soğuk başlamıştı, yan taraftakilerin ateş başında marshmallow yemeleri kanıma dokunuyordu. Attıkları kahkahalardan bir hayli rahatsızdım. Çocuk; “babacım, biraz mısır pişirelim mi?” gibi yaşına uygun olmayan bir huzur ve mutlulukla etrafa sinir bozucu bir neşe saçıyordu. Halbuki normal bir pigmenin yapması gereken, “ben bu çadırda yatmaaaaağm” diye bağırması değil miydi? Öyle çocuk mu olurdu?

Bırakın çocuklar çocukluklarını yaşasındı, ben de kıskanmasaydımdı!!

O sırada bizim çadırda uyku tulumu krizi baş göstermişti. Süper zeka ana ve baba kendi uyku tulumlarını almış fakat Deniz için alınan -5’e kadar dayanıklı ve aldığımız en kaliteli uyku tulumunu unutmuştuk. Deniz için çok kalın kıyafetler getirmiş olmanın mutluluğuyla çocuğu giydirip kendi tulumumu paylaşacaktım ki, kendime hiç kalın bir şey getirmemiş olduğumu farkederek yine alkışları toplamaya başarmıştım. Yemedim yedirdim, giymedim giydirdimci ruhumu seveyim.

Uyku tulumunu kıçımızın altına serdim ki Deniz donmasın alttan alttan diye. Deniz’i güzelce ısıttıktan hatta terlettikten sonra kendi kıçımın derdine düştüm. Fakat tek kişilik iki yatağın arasına zırt pırt düşen Deniz Bey’i korumak adına yan yatmamızın daha iyi olacağına karar verdik. O şişme yatakta nasıl bir şişmişse arkadaş, dönerken sanırsın kano üzerinde gidiyoruz, bir ben zıplıyorum bir Fırat. Bu arada çadıra yatınca bir şeyleri yanlış yaptığımızı anladık. Çadırın tentesi burnuma değiyordu. Sanırım gerememiştik iyice, klostrofobik Mizyal’in çadırın en dibinde yatıyor olması ise hiç hayra alamet değildi ama analık iç güdülerim bana susmamı emretmişti. Fırat hareket ettikçe zıplıyorduk. Zıpladıkça benim suratım çadırım tepesine değiyordu.

Fazla uzatmayayım bunca sarsıntıdan rahatsız olan, pimi ha çekildi ha çekilecek diye diken üstünde izlediğimiz düdük makarnası sonunda patladı.

Cüsse itibariyle her hareketi ile bizi devamlı şişme yatak üstünde zıplatıp, yuvarlanmamıza neden olan babasının çadırdan gitmesini buyurdu kendisi. İkna etmeye çalıştıkça ses tonu yükselmeye başladı. Babasının çadırdan çıkması için bütün dağ’ı inletti. Ortalık ayağa kalkıyordu ki, sonunda Fırat boynunu bükerek ormanın derinliklerine doğru yol aldı yok yok uzaklaşamadı, çadırın yanına tünedi.

O pimi çekmeyecektik Fırat, o pimi çekmeyecektik.

Bu patlama artçı sarsıntıları beraberinde getirecekti biliyordum. Fırat’a sessizce, “şimdi yavaşça uyku tulumunu al ve buradan kaybol”, dedim ama o çadırdan fazla uzaklaşmadı. Yanımdaki delinin ne zaman bana saracağı belli değildi. Sessizce bekledim, uyuduğumu sansın diye gözümü kapatıp bekledim. Bir ara acaba uyudu mu diye bakma gafletinde bulundum ve işte o an bittim. Kurt gibi tünemiş burnumun dibinde, gözünü kırpmadan beni izliyormuş meğer. Gözümü açık gördüğü anda yapıştırdı.

“Anne, baba nerde?”

“Dışarda oğlum, az once kovdun ya.”

“Geri gelsin.”

“Öyle kolay değil o, hem kovucan sonra geri çağırcan olduuuu!” (Yapma dedim, inatlaşma şu bebeyle dedim kendime ama ah o körolasıca çenem durmadı)

“Gelsin, hemen gelsin”

Babası dayanamadı atladı, “gelmeeeem, dalga mı geçiyorsunuz benle, anca girdim uyku tulumuna zaten, ne gelirsin kampa ya. Sizinle kamp mı olur be!”

(Sus konuşma dedim babasına, bulaşma, çirkefleşecek dedim, dinlemedi.)

“O zaman çadırın üstünde yatsın”

“ Oğlum çadır çöker üstümüze, baban çok ağır. Çadırın üstünde yatılır mı?”

(Biz çadır kurarken zırt pırt çadırın üstüne sanki sahneden seyircilerin üstüne atlar gibi hareketler yapıp durduğundan, herife gayet normal geldi bu hareket tabii. )

“Ben yatarım anne, ben yatim çadırın üstünde, küçüküm ben.”

(Senin aklına sıçayım Mizyal, konuşmaman en hayırlısı diyorum her seferinde sana! ama ah o çenem.)

“Çıkarın beni burdan, anne çıkar beniii burdaaaan.”

Allah’ım işte korktuğum şey başlamıştı. Cıngar geliyorum dedi ve geldi.

Bağırmaya başladığı anda 3 saat kesintisiz kriz çıkarma rekoru geliyordu. Abarttığımı düşünmeyin bu sene Allah’tan tanık olan arkadaşlar oldu, çocuk yapmaktan vazgeçtiler bizim yüzümüzden, o derece. Çadırda her kelime dışarıda yankı yaptığı için tedirgindim. Otellerde kaldığımızda altı üstü duvarları yumrukluyorlardı ama burda çadırı yakarlar kesin diye tırsarken, elim ayağıma dolanmıştı.

Okuduğum kitaplar gözümün önünden geçse de, sinirim tepeme çıkmak üzereydi.

“Oğlum çıkmayalım ama baban geri gelsin istersen olur mu?”, diyerek iki istek öncesine geri çevirmeye çalıştım kendisini ve yola geldi gibi oldu.

Babası uyku tulumundan çıkıp aynı zıplama efektiyle geri girdi çadıra.

Fazla uzamadan “eveee götürün beni”, krizi başladı. Gece 23:30 sularında tesisin sahibini buldum ve kalabileceğimiz bungalov var mı yok mu diye soruşturdum. Varmış, çok şükür. Aldım benimkini, elimde fenerle düşmekle düşmemek arasında sürünerek bungalova doğru ormanın derinliklerine yürümeye başladık. O sırada yan çadırın sahipleri ota boka mutlu olan sevimli çocuklarını uyutmuştu. Şaraplarını açmışlar, ateş başında muhabbet ediyorlardı. Bense kendimi yaktıkları ateşe doğru atmak istiyordum. Mutluca yaktıkları ateşi söndürecektim böylece, ellerindeki kadehleri alıp suratlarına çalmak isteği ile yanıp tutuşuyordum bir yandan da fakat yapamadım.

Benim oğlan bağırmaya devam ederken, çocuklarının uyanmasından bile tedirgin değillerdi. Şalterler attı bende. Okuduğum tüm kitapları yaktım o sırada beynimde. “Biraz daha bağırırsan ormandaki tüm ayılar burayaa gelecekkk, susss artık!”, dedim, dediğim an pişman oldum diyebilirdim ama “gelsinler anne, ayılar gelsin”, diye kriz yine çark etmeseydi.

Telefonu verdim eline, şarjını bitirene kadar izledi. Sabah şarj bitmişti, Fırat bizim nerde kaldığımızı bilmiyordu ve gecenin bir yarısına kadar çizgi film izlediği için 09.30’da uyanan beyefendiyle biz dışarı çıkana kadar meraktan çatlayan kocam bizi görünce önce mutlu olup, sonrasında aynı performansla koşucam ama koşmıcam, eve gidelim ama gitmeyelim karmaşasıyla bağırma performansını yüksekte tutan sevgili sevgi pıtırcığımız, aşk kuşumuz, arıza Mahmut’umuz, hayatımıza renk katmaya devam ettiğini görünce, bizi görme mutluluğu sönüverdi.

Bu sırada sabah 7’de yine odun toplayıp ateşlerini yakarak omlet yapan yan çadırın sevimli ailesi bize selam verdi.

Bİraz muhabbet edince çok iyi insanlar olduğunu anladık fakat ben fazla samimi olmak istemedim. Hala kıskanıyordum. Bize tel çitin arkasında çok güzel bir yürüyüş yaptıklarını anlattılar. Hadi deneyelim dedik. Denemeden önce bir düşün di mi? Sen kim, onlar kim? Gittik, kirpi varmış diye. Tırmandık tel çitin üstünden az bi şey yürüdük ve bizim huzurlu evladımız, dimdik bir yerden tırmanıcam diye tutturdu, tamam gidelim de nasıl inecez oğlum yapma evladım, etme çocuum! derken zıvanadan hafif çıkacak gibi oluyordu ki Fırat’la göz göze geldik. “Ormanın içindeyiz ya hakkaten şimdi ayı mayı gelirse napacaz?” dediği an ooğlum ayı gellliiyor çabuuuk diyip çocuğu panik atak kıvamında kucağıma aldığım gibi çitin diğer tarafına salladım.

Bunun gölün kenarında gayet güzel bir 5 dakika geçirdik. Yine de çok şükür dedik ve döndük.

Size Çadır kampı için bir liste çıkarayım.

3 takım iç çamaşırı, bez, 3 tshirt, 3 pantolon, pijama, yedek ayakkabı, ıslak mendil, oyuncak araba, hamur, kamyon. Bunları güzelce paketle. Şimdi çocuğu al ve yavaşça babaannesine götür. 1 saat sonra gelecekmişsin pozlarına gir ve kapıyı usulca kapat.

Gerisini salla, arabada da yatarsın kardeşim sen beni dinle.

Ver çocuuuu babaannesineeee!!! J

Haydi kampaaa.

Read More

Bir Dalış Hatırası-Kaş

FB_IMG_1491980127191

Sezonun ilk dalışı sonrası içimi dökmek istedim bugün.

İlk dalış deneyimimi Mısır’da yaşamıştım çünkü kısmetli bir süper zekâyım ben. Ras Mohammed’de deneme dalışı yaptıktan ancak 6 yıl sonra adapte olabildim gerçek dünyaya. Tekne turu vardı, dalar mısın dediler, dalarım demiştim ne bileyim böyle başka dünyalara gideceğimi.

Neyse, 2010 yılından beridir Kaş’ta dalıyorum, batıyorum, çıkıyorum. Herkes gibi korkularım var, panik anlarım var ve ben her birinde kendimi de keşfediyorum. Bazen keşfetmeseymiştim daha iyimişti falan da diyorum, sıklıkla. Özellikle son iki dalışta yaşadıklarımdan sonra kişiliğimden bıktığımı da itiraf etmeliyim. Son iki dalışta başıma gelenleri buraya not olarak yazayım ki, başıma gelenler sonrasında düzleşen beyin kıvrımlarım bir sonraki dalışta kendine gelebilsin. Amin.

Read More

Çankaya Lisesi – Simit&Ayran

Bugün 15 dakikalığına da olsa Merve’mi gördüm. Merve kim derseniz, lise yıllarımın azılı kahramanıdır kendisi. O bir deli, o bir kısa saçlı, o bir okul kaçağı, o bir matematik dehasıydı. Sınıfta abuk sabuk sesler çıkarır, ‘o kiiim!?’ diye bağıran hocaya “Mizyaaal yaptı ööörtmenim,” diyerek olaylardan haberi bile olmayan benim başımı yakar dururdu.

Onu hep lise yıllarında, karlı bir günde giydiği terlikimsi kolej ayakkabıları yüzünden tüm ayağı ıslandıktan sonra ayakkabıları atıp, ayaklarını kalorifer petekleri arasına sokup kurutmaya çalışmalarıyla anımsıyor ve kendi kendime gülüyorum hala.

Neyse bir anım var uzun zamandır aklımda bir türlü yazamıyordum ama bugün o günleri çok özlediğimi farkettim, hem de o günleri yad edeyim istedim.

Read More

Saddam Bandı

Dün, 2.5 yaşında ve hala “anne oodan geldi, ooya gitti” cümlesinden başka şey söylemeyen; bırak cümleyi kelimelerle bile uğraşmadan sadece bağırarak işini halleden oğluma “bant” kelimesini öğretmeye karar verdim.

Neden bant? Nebilim aman, o anda elimde o vardı, isteyip duruyordu. Sorumluluk bilincim gaza geldi, alev aldı.

Öğreteceğim şey herkesin bildiği “Saddam Bandı”.

Evet Saddam’ın bandı. Biz Adana’da koli bandı demiyoruz  ya da bizim aile öyle demiyor çünkü o bant “Saddam bandı” olarak bilinçaltımıza girmiş, çıkamamış hatta sıkışmış kalmış. Hayatta bazı olaylar beyin kıvrımlarınızı yakar ya, beyin mıncıklaması gibi hah işte bu Saddam Bantı da öyle bir şey.

Bindim yine zaman makinasına, gittim Körfez Savaşı yıllarına.

Yer: Adana.

Sene: 1990.

Ben 1. sınıftayım.

Read More

Kreş Mevzusu

20161130_174147

Başlığa bakıp aman bize bir fikir verecek sanmayın. Bolu’da fazla da seçenek yok zaten.

Bolu’ya taşındığımızda hemen işe girdim. Sabah 08:00 akşam 18:00 olması planlanan saatler, maalesef sabah 08:00 akşam 21:00’leri gördü. Üstüne bir de komik bir maaş ile çalışmak tahammül seviyelerimi 0’ın altına indirdi; hatta o tahammül kelimesinin bir ruhu olsaydı intihar ederdi. Aldığımı bakıcı ve benzin parasına vereceğime kendim bakarım dedim.

Neyse, zaman geçti ve artık Deniz büyüdü. Evde sıkılmaya başladı. Her ne kadar dışarıda gezip eğlenmesi muhteşem olsa da, kış gelip kar durmayınca evde takıldık kaldık.
Bir yere kadar eğlendirebiliyorum çocuğu evde. Evin her köşesinde bir aktivite yapmaya çalışıyorum yani her yer buz, su birikintisi ve boya ile dolsa da sıkılıyor adam benden. En sonunda televizyon açıyoruz.

Read More

Dövme

Ablalık zor zanaat dostum.

Kader tarafından yüklenmiş bir sosyal sorumluluk projesi gibi ama neyse, güzel şey şimdi Allah var. Eğlencesi bol.

20161202_1504401

Read More